Çocukluk ve İlkokul Yılları
[1935 – 1947]
3 Haziran 1935 günü Tuzla’da Mehmet Tevfik AKSOY ve Perihan AKSOY’un ilk oğulları olarak dünyaya gelmişim. O tarihte babam binbaşı rütbesiyle şerefli ordumuzun bir subayı olarak görev yapmaktadır. Annem ise Sapanca’nın Yanık Köyü’nden gelin gelmiş, 20 yaşında bir genç kadındır. Benim nüfus kaydım tam bir yıl sonra yaptırıldığı için kimliğimde doğum tarihim 3 Haziran 1936 olarak görülür ve bütün resmi işlemlerde bu tarih kullanılmıştır.
Bir yıl sonra babam Ankara’ya tayin olur. Orada iki yıl kalırlar ve bu sırada onların ikincioğulları, benim de erkek kardeşim Yalçın AKSOY dünyaya gelir ; 27 Aralık 1937... Bir yıl sonra babamın şark (doğu) hizmeti için Ağrı’ya tayini çıkar. Bizlere bakmak üzere bir yakın aileden bir genç hanım, bizlere çok emeği geçen Firuzan ablamız da kafileye dahil olarak ve en küçük halamın da katılımıyla, altı kişilik bir kafile oluşturarak Erzincan’a intikal edilmiştir. 1938 yılında gerçekleşen bu yer değişimi bir yıl sonra yenilenecek ve bu kez Ağrı ilinin mer-kezi Karaköse’ye yerleşilecektir. Çünkü babam Yarbay olmuş ve doğudaki askeri birliğin Le-vazım Dairesi Başkanlığına getirilmiştir. 10 Kasım 1938 günü Atatürk yaşamdan ayrıldığında, onun için yapılan töreni 3,5 yaşıma rağmen hayal meyal anımsıyorum. Başta ailem ve diğer insanların ağlaşmaları gözlerimin önünde... Evimizin karşısındaki büyük meydanda toplanan Karaköse halkı, büyük bir matemi yaşarken, askerlerin havaya ateş etmeleri üzerine nasıl korktuğumu ve bir hayli de ağladığımı anımsıyorum.
1939-1940 yılları İran ve Rusya ile gerilimli yıllar olarak tarihimize geçmiştir. İran hava sahası üzerinde uçarken düşerek şehit olan iki havacı subayımız için yapılan hazin cenaze töreni de yine anılarımın bir köşesinde saklı duruyor. Savaş çıktı çıkacak ; subaylar tedirgin ve ailelerini bu badireden korumak için adeta cephe sayılan bu kentten göndermeye çalışıyorlar. Net olarak anımsadığım bir geriye dönüş yolculuğu başlıyor. İki subay ailesi (birisi biz) ortaklaşa bir kamyon tutmuşlar ; bizleri Erzurum’a gönderecekler. 1939 yılı sonbaharında ve şiddetli bir yağmur altında gerçekleşen bu yolculuk büyük güçlüklerle gerçekleşiyor. Kamyonun içine eşyalar ile birlikte bir kenarı adeta küçücük bir oda gibi düzenlenmiş ve diğer ailenin hanımı ve iki çocuğu ve Firuzan abla ile halam orada seyahat ediyorlar. Ben ve kardeşim annemle şoför mahallindeyiz. Tabii bir de şoför muavini var. Akşam üstü saatlerinde Erzurum tren garına geldik ve Ankara’ya gidecek trene bineceğiz. Biletlerin nasıl alındığına dair bir bilgim yok. Ama istasyon mahşer yeri gibi ... Tren hınca hınç dolu ; ama mutlaka bir yerler bulunacak. Bunu nasıl başardılar bilemiyorum ama zaten dolu olan bir kompartıma- na nasıl olduysa biz de sığabildik. Yol hayli uzun ve bu kara tren (o zamanki trenlere öyle denirdi) ancak Ankara’ya, neredeyse 2 günde gidebilecekti. Bir gece yarısı Ankara’da indik ve sanırım Zonguldak istikametine giden demiryolu hattı için aktarma yaptık. Böylece gece yarısı Çerkeş’e gelebildik.
Çerkeş Tren İstasyonu (Resmi siteme kazandıran Feridun ÖZHAN'a teşekkürler)
Çerkeş, Çankırı iline bağlı bir kaza (ilçe) merkezi. Babamın doğduğu yer ; memleketi. Oradadedemden kalan bir evimiz var ve o evde iki halam yaşıyorlar : Zekiye ve Makbule Halalarım. İkisini de rahmetle anıyorum. Çerkeş’te on-onbeş gün kadar kaldık. Çerkeş çok soğuk iklimi olan bir yer. Alışık olmayanlar için yaşam koşulları insanları zorlar. Bu arada herhalde bazı haberleşmeler oldu ki bize yeni bir seyahat gözüktü ; Yanık Köyü’ne doğru. Firuzan abla Ankara’ya dönmüş, küçük halam Çerkeş’te kalmıştı. Annem ve iki oğlu yine trenle İstanbul’a doğru yola çıktık. Sapanca tren istasyonunda bizi karşıladılar. Bir çift öküzün çektiği bir araba, kilim ve minderlerle oturulur hale getirilerek, bir taşıma aracı oluşturmuşlardı. Anımsadığım kadar karşılayan Hüseyin Dedem’di. Annemin öz amcası olur ; aynı zamanda babalığı. Böylece Yanık Köyü günleri başlamış oldu. Bütün bu sürede babam görev başında.
Yanık Köyü’nde yaklaşık altı ay kadar kaldık. 1940 yılının bahar aylarında babam bu kez batı illeri müfettişliğine atanmıştı. Bu görevin gereği ilk ulaşılan kent Uşak oldu. Orada bir ev tutuldu ve tam yolun altında da bir tatlıcı. Sakal kaldıran, bir tel kadayıfı türüdür. Bunu orada yapan tatlıcıdan gün aşırı kadayıf alınırdı. Orada 6 ay kaldık. Bir sonraki il Manisa...Orada da 6 ay kaldık ve nihayet İzmir. Yıl 1941 yılı ilk baharı. İzmir’de 1 yıl kaldık. Burada ilginç bir birliktelik yaşandı ve iki ablam bize, ailemize katıldılar.
Büyük ablam Emel ve küçük ablam Naime, babamın ilk eşi Esma annemizden olma iki kızı.Babamın bu serüven dolu yaşam biçimine uyum sağlamalarının güçlüğü ve o yaşlarda eğitim aldıkları için bu düzenlerinin de bozulmaması için bu tarihe kadar, akrabalarının (teyzesi ve dayısı) yanında kalan ablalarımız artık bizimle beraber olacaklardı. İzmir’li günler bu kutlu günlerle dolu geçti. Ayrıca babamın bir yıl sonra Albay (Miralay ; o tarihteki adı) olması da bunu katlıyordu. Bu yeni rütbe yeni bir tayin demekti ve babam İstanbul’a XX.Kolordu Lv.Amirliğine atanmıştı. İşte böylece İstanbul yolu göründü.
1942 yılı Ağustos ayı ortalarında İzmir adlı yolcu gemisiyle İstanbul’a doğru yola çıkıldı. Babam daha önce gittiği İstanbul’da, Bomonti semtinde bir villanın üst katını kiralık olarak tutmuştu. Oraya yerleştik. Artık buraya intibak etmeye çalışıyoruz. Tabii ilk iş çocukların okul durumu. Büyük ablam Şişli Terakki Lisesi Orta kısmında okuyor ; oraya devam edecek.
Küçük ablam 5.sınıfa başlayacak ve ben ilk kez okullu olacağım. Kardeşim Yalçın ise daha bir yıl bekleyecek. Hemen yakınımızdaki, bir sokak ötedeki 44.İlkokula kayıtlarımız yapılıyor ve böylece okul yaşamım başlıyor. O zaman okullar numaralanmış ; adları yok ; ya da bu !
1942 yılı II.Dünya Savaşı’nın yaşanan en karmaşık yılı. 1940 dan itibaren 4 yıl süren bu savaş ülkemizi de içine almak istiyor ; ama hükümet direniyor. O tarihte CHP iktidar ve cumhurbaşkanı da İsmet İNÖNÜ. Askerlik dört yıl. Ekmek karneyle. Muhtarlıklar her ay başı ailedeki fert başına, üstünde 30 gün için kuponlar bulunan isme yazılmış ve özel basılmış ekmek karneleri dağıtıyor. Bu kupon için, nüfus kağıdının sayfalarına mühür basılıyor. Sadece ekmek değil her şey karne ile. Örneğin kömür ; sümerbank malları ; vb. Çok zor yıllar geçti. Üstelik o yıl (1942) İstanbul’un tarihinde görülmemiş bir kış yaşandı.
Bir yıl sonra, köşk satıldığı için Bomonti’deki evden ayrılıp bu kez babamın kiraladığı bir yeni eve taşındık. Beşiktaş’ta Abbasağa Mahallesi yeni semtimiz. Buranın bir kısmına Yeni Mahalle diyorlar. Biz oralardayız. Üç katlı bir kagir evin orta katındayız ama bakarsanız bu daire yol seviyesinde. Her taraf yokuş, yollar toprak ve arka taraflarda büyük sebze bostanları var. Bir yanımız Fulya’ya çıkıyor. Diğer yanımızda Yıldız. Semtin içinde yer yer küçük azın-lık mezarlıkları. Abbasağa Parkı semtin güzelliği. Hem büyük ; hem bakımlı.İnsanlar güzel kullanıyor. Günden güne Beşiktaş’ı tanımaya ve yaşamaya başlıyoruz.
1950'lerde Abbasağa Parkı (Fotoğraf, Facebook "Eski Zamanlarda Istanbul'un En Güzel Fotoğrafları ve Resimleri" sayfasından alınmıştır)
Babamın iş yeri Ayazağa Köyü civarında. O zaman evlerde hizmet gören emir eri var. Servis olarak da babamın işe gitmesi için her sabah iki at kapımıza geliyor. Birinde atların seyisi var ve diğerine babam, binerek işine gidiyor. İstanbul sokaklarında atlarla yapılan servis hizmeti.
Bizlerin okul sorunu da kısa sürede tamamlanıyor. Büyük ablam Şişli Terakki Orta kısmını bitirmiş ; kız sanat enstitüsüne devam edecek. Küçük ablam ilk okulu bitirmiş, Beşiktaş Orta Okulu’na devam edecek. Ben 2.sınıfa geçmişim ; Yıldız’daki 50.İlk Okul’a devam edeceğim.
Yalçın kardeşimin okul serüveni başlayacak. Annem, onu, adı Pansiyonlu İlk Okul olan ve Yıldız’da bulunan okula kayıt ettirdi. Böylece 1943 yılı sonbaharı bir şekilde başlamış oldu.
Jandarma Mektebi Sokak’da, 43 no.lu evde oturuyoruz. Bir süre sonra Makbule Halam geliyor ve aileye dahil oluyor. Bizim için günlük yaşam okul ile ev arasında geçiyor ve bir de sokak arkadaşlarımızla yaramazlıklarımız. 6-7 çocuğuz ve en çok da top oynuyoruz. Bir küçük lastik top bize yetiyor. Boş bulduğumuz büyükçe bir alana, iki de taş bulup kale yapınca oldu mu futbol sahamız. Bu, çoğu zaman sokağımız bile olabiliyor. Bir takım kurduk ; adı : Akın Spor ; renkleri sarı-beyaz. Kendimize forma yapacağız. Herkes evden bir bisiklet yaka fanila getirdi. Forma için bunları boyayacağız. Mahallede bir madam var ; aktar. Ivır zıvır her şey var onda ; elbise için boya da ... Madamdan sarı renk için boya istiyoruz. Boya paketleri ara-sından birini seçip veriyor. Yabancı malı, ne yazıldığını anlamıyoruz. Madama güvenip boya paketini alıp, büyük bir heyecanla bizim eve geliyoruz. Büyükçe bir kazanda su kaynatıyoruz ve boyayı ve fanilaları içine boca ediyoruz. Aman Tanrım ! Su birden mosmor oluyor. Bu na-sıl sarı derken anlıyoruz ki madam bize yanlış boya vermiş. Bu saatten sonra nasıl geri dönü-lebilir ; mümkün değil. Çocuk kafamızla, mümkün olan en iyi çözümü buluyoruz : “Şu andan itibaren takımızın renkleri : Mor-Beyaz.”
İnsanlar sadece radyo dinleyebiliyor. Uzun, Orta ve Kısa dalga gibi üç bant var. Doğru dürüst sadece Orta Dalga – İstanbul Radyosu dinlenebiliyor. Akşam saatlerinde skeç ya da konser oluyor. Radyo da bazı evlerde var. Kocaman bir alet ve yeri hep evin başköşesi. Bazı özel programlar için radyo misafirliği bile yapılıyor. Kış geceleri evlerde toplanıp salon oyunları oynanıyor. Erkekler genellikle tavla, briç ; kadınlar eğlenceli bazı oyunlar ; çocuklar da kendi aralarında uydurma oyunlarla vakit geçiriliyor. Radyodan verilen haberler kaçırılmıyor ; spor naklen yayınları büyük bir heyecanla izleniyor. Boks, güreş ve futbol canlı naklen anlatımları yapılıyor. Eşref Şefik ve Orhan Boran’ın ve daha sonraları Halit Kıvanç’ın sesleriyle bu şekilde tanışılıyor.
Okulda her şey iyi gidiyor ve 2.sınıfı geçiyorum. Yaz ayları başında, okul tatil olunca annem bizi Yanık Köyü’ne gönderiyor. Haydarpaşa garında trene biniyoruz ; bizi (Ben ve Yalçın) Kurtköy istasyonunda dedem karşılıyor. Bu istasyon tam bizim köyün hizasında. Ama eve kadar hayli yol var ; yürünüyor. Evde dedem, anneannem ve iki teyzem ve dayım yaşıyorlar. Dedem Hüseyin ; anneannem Zazif ; ikiz teyzelerim İclal ve Zuhal ve dayım Tacettin. Biz de kadroya dahil olunca hayli kalabalık olduk. Artık üç ay süreyle buradayız ve köyü yaşayaca-ğız. Köy yaşamı bizce hem eğlence hem de yeni deneyimlerin kazanıldığı değişik bir yaşam ortamı. Örneğin hayvanları tanıyorsunuz. 2-3 ineğimiz, bir çift boz renkli öküzümüz, Ninni adında bir atımız, bir eşeğimiz, sekiz-on tane kadar koyunumuz, pek çok tavuk ve ördek ile birkaç tane de hindimiz var. Evin altı ahır ve bütün bu hayvanların barınacağı yerler yapılmış. İnekler güzel süt veriyor ; tavuklardan da iyi sayılacak sayıda yumurta alınıyor. Öküzler arabaya koşum için bulunuyor ya da tarla sürmek, buğday harmanı sırasında kullanılıyor.
Bir köy evinde köpekler ve kediler olmaz mı ? Tabii onlar da var. Köyde elektrik yok ; su taşınarak getiriliyor. Yaklaşık 100 m uzaklıkta bir pınar var ; etrafı tuğla ile çevrili bir havuz yapılmış, ama üstü açık. Eve su buradan, omuzda ve iki ucu çentikli bir sırığa takılan kovalar yardımıyla taşınıyor. Bunun için birkaç sefer yapılıyor.
Evin etrafı bağlık, bahçelik. Sebze bahçesi de var ; karpuz bostanı da. Evin bulunduğu yer tam dağın eteğinde ve uzakta boydan boya Sapanca Gölü uzanıyor bütün güzelliğiyle. Köylüler genellikle, araziye göre mısır ve buğday ekiyorlar. Meyve ve sebze bahçelerinden alınan ürün hem günlük yiyecek gereksinmelerini karşılıyor hem de bir kısmını pazarlayarak geçimlerini sağlıyorlar. Sapanca özellikle elmasıyla ünlü bir yer. Ayrıca bol miktarda kestane, ceviz ve ıhlamur ağaçları var. Bunların ürünleri de pazarlanıyor. Hatta birkaç yıl ipek böcekçiliği işi yapıldığını da anımsıyorum. Uzun yıllar yazlarımız burada geçti.
Yıllar geçiyor ; ailece savaş ve kış koşullarını aşmaya çalışıyoruz. Zor yıllar. Geceleri karart- ma var ; yani camlardan hiç ışık sızmayacak. Bu bir güvenlik tedbiri. Geceleri İstanbul’un üzeri ışıl ışıl ... O tarihlerde henüz radar nedir bilinmiyor. Bu gibi işler için Işıldak Taburları var. Bunlardan biri Ortaköy sırtlarında, Orhaniye Kışlasında. Bir diğeri Çamlıca’da, diğeri de sanırım Rami’de. Üç bölgeden çıkan ışıklar, aynen bir stadın aydınlatılması gibi, İstanbul üzerinde bir noktada toplanarak ve birlikte hareket ederek bütün İstanbul semaları ışıl ışıl gözleniyor ; amaç düşman uçağı varsa görmek ya da bulmak. Bir ironi olarak görsel bir şölen gibi algılanabilecek bu olay, gerçekte, savaşta bir savunma tedbiri. Yollardan koca obüs topları ya da tanklar geçiyor bazen. 20 er önde 20 er arkada o topları çekiyorlar. Öndekiler motor, arkadakiler fren görevi yapıyorlar sanki. Bunlara arasıra da olsa tanık oluyoruz. ...Ve henüz çocuk yaşlarımızda gördüğümüz bu manzaraların bizde bıraktığı izleri düşünün. Sinemalarda esas film başlamadan önce Amerika’nın reklamı olarak tabii, onların başarılarını gösteren savaş filmleri gösteriliyor. Nihayet 1945 yılının yaz aylarında Hiroşima ve Nagazaki üzerinde patlayan iki atom bombası sonucu Japonya da teslim olunca bu büyük ve acımasız savaş, II.Dünya Savaşı sona eriyor. Dünya bir OH ! çekiyor ama, arkada da harap olmuş şehirler ve sefalet içindeki zavallı insanlar kalıyor.
Türkiye bu savaşa girmemeyi, bütün zorlamalara ve siyasi taktiklere rağmen başarıyor. Bir sene, savaş bitmek üzereyken İtalya’ya savaş ilan etmiş olsak da, sonuçta bunun bir siyasi manevra olduğu biliniyor. Atatürk’ün ölümünden sonra iktidar olan CHP ve onun lideri İsmet İNÖNÜ de Cumhurbaşkanı o tarihlerde. Böylece 1946 yılına kadar geliniyor. Bu yıl ilk kez ülkemizde, çok partili yaşama geçilmiş olduğundan, birden çok parti genel seçimlere ka- tılıyor. Seçimleri yine CHP kazansa da, diğer partiler de milletvekili çıkarıyor. Böylece ülke-miz siyasi tarihinde bir ilk yaşanıyor ve demokrasinin parlamento süreci gerçekleşmiş oluyor.
O yıllarda ailemizde yeni ve farklı bir başka olay yaşanıyor. Büyük ablam Emel, kökleri Çer-keş’e dayanan bir ailenin oğlu olan Rıfat Sayın ile nişanlanıyor. Enişte adayımız Rıfat Sayın genç bir piyade üstteğmen ve artık onbeş günde bir ya da ayda bir bize gelip-gitmeye başlı-yor. Onun geleceği hafta evde bir telaş bir heyecan... O da geldiğinde hanenin nüfusu 9 kişi oluyor.Bu kadar insan bir-iki gece de olsa o eve nasıl sığmıştık hala çözebilmiş değilim. Belki de benim bilmediğim bir formülle, evden birileri konu komşuya gece misafiri olmuştur. Hepsi üç oda, bir mutfak odası ve büyükçe bir antre ve salondan ibaret bu dairede bunlar yaşanıyor- du. O zamanlar yer yatağı da çok moda idi. Bazılarımızın yere serilen şiltede uyuduğunu da çok iyi anımsıyorum. Bizler Fenerbahçe’yi ilk kez Rıfat Eniştemiz’den duyduk, onun ile tanı-dık ve onun sayesinde bizler de Fenerbahçeli olduk. Bu yıllar boyu devam etti ve hala da et- mekte. Ablam Emel ile Rıfat Sayın 1945 yılı Aralık ayı içinde evlendiler ve sonra düğünleri oldu. O güne kadar tanımadığımız bir ayrılık yaşandı ailemizde.
Ben de o yılın ilkbaharında, ilk okulu bitirmek üzereyim. 1947 ders yılı sonunda ilk okuldan mezun oluyorum. Artık Yıldız İlk Okulu mezunları arasında benim de adım anılacak.
1947 yılının yaz ayında (sanırım Temmuz olmalı) Gölcük-Değirmendere’deyim. Orada ablalarımın dedesinin bir yalısı var. Dayıları nahiye müdürü ve yakın ama buradan uzakta bir yer-de görevli. Eşi Saniye Hanım yengeleri ve iki de kızı var : Ayla ve Mine. Yalıyı sahiplenen Saniye Hanım. O yaz ablamlar ve ben de o yalıdayım. Emel ablam Itır’a hamile. Bir ara Rıfat eniştem de geldi ve kazara denize düşmüştü. Bu anımın en önemli noktası, yüzmeyi orada ve o yaz öğrenmiş olmamdır. Çok güzel bir kıyı kasabası, yaşanası bir yerleşim yeriydi. Buraya ait tek üzülecek anı Mine’nin bir deniz faciasında, 1 Nisan’da İzmit körfezinde batan yolcu gemisinde boğulmuş olmasıdır. Oradan köye geçtiğimi anımsıyorum.
1947 yılında Itır Sayın aramıza katıldı. Ben dayı olmuştum ve Itır babamın ilk torunuydu.